فَإِن زَلَلْتُمْ مِّن بَعْدِ مَا جَاءتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

209- Hakikatin apaçık belgeleri size geldikten sonra şayet siz yine (Haktan) kayarsanız biliniz ki hiç şüphesiz Allah her şeye gücü yeten, hükmünde tam isabet edendir. (Bakara:209)



.





Lokman Sûresi

Lokman Suresi


Surenin ismi 12. ve 13. ayetlerde adı zikredilen Lokman’dan gelmektedir. Bu isim Kurân’da yalnızca bu surede anılır. Lokman suresi genel kabule göre Mekke döneminde nazil olmuştur. Ancak dört ayetinin (4, 27, 28, 29) Medine’de indiğine dair rivayetler de vardır (Elmalılı, İbn Âşûr).


Surede Mekke’deki şiddete ilişkin açık veya kapalı hiçbir atıf yer almaz. Surenin, hiçbir kayıt olmaksızın ebeveyne iyi davranışı emreden İsrâ suresinin 23-24. ayetlerinin ardından inmiş olması güçlü bir ihtimaldir. Bu konuya, daha sonra inen Ankebût 8’de de benzer bir üslûpla değinilecektir. Bütün bu veriler, surenin Mekke döneminin sonlarında indiğini gösterir."


Rahmân Rahîm Allah’ın İsmiyle

1-Elif. Lâm. Mîm.


Surenin ana fikri elif/tevhit, lâm/şirk, mîm/yaratılıştır. Surenin ilk ayetleri tevhit ve ehlinin özelliklerinden, 6 ve 7. ayetler şirk ve müşriklerin tutumlarından bahsedip 10. ayette göklerin ve yerin başlangıcı ve canlıların yaratılışı konularına başlıklar hâlinde değinilmiştir.


2- Bunlar, hakîm kitabın ayetleridir.


“Tilke/bunlar” işaret zamiri ile işaret edilenler, birinci ayetteki hurufumukattaa sembollerine veya bundan sonra anlatılacak olan Lokman kıssasına işaret ediyor olabilir.

Hakîm kelimesinin aslı ıslah maksadıyla bir şeyi alıkoymaktır (İbn Manzûr). “h-k-m” kökü ata gem vurmaktır; atın yoldan çıkmaması için onu dizginleyip alıkoymaktır. “El-Kitâbü'l-Hakîm” tabiri, muhatabını sıratımustakimde, yani istikamet verilmiş yolda tutan hükümler demektir. Nefs bineğini ve şeytani isteklere gem vuran kitaptır.

3-Muhsinler için hidayet ve rahmettir.


İhsan kavramı Lokman suresinde iki yerde geçmektedir. İlk olarak bu ayette ismifail kalıbıyla zikredilmiştir. İkincisi de yine ismifail kalıbıyla 22. ayette geçmektedir. Kurân’da “ihsan” kavramı hem Allah’a hem de insanlara nispet edilerek yetmişi aşkın ayette mastar, fiil ve isim şeklinde geçmektedir. Kasas 77’de “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et!” ayeti bize muhsinlerin cömert ve halden anlayan merhametli insanlar olduğunu anlatmaktadır.

Ayette geçen “muhsin” kelimesi “ihsan” lafzından türemiş ismifail olduğu için güzellikler yapmayı ahlâk hâline getirenler demektir.

Kurân, muhsin olmayana ne hidayet ne rahmettir. Ahkâf suresi 12’de “Muhsinleri müjdelemek için apaçık bir lisan ile tasdik eden bir kitaptır.” ifadesi vardır. Yani bu kitabın müjde olması muhatabın kitaptan önce muhsin olup olmamasına bağlıdır. O zaman muhsin olmak kitabi bir durum değil, fıtri olan bir mertebedir. 

Kitap, muhsin olmayana nezir/uyarı, muhsin olana ise müjdedir. Konuya ilişkin Zâriyât 16 şöyledir: “Rablerinin onlara verdiği şeyi alanlar, muhakkak ki onlar, bundan önce muhsin olanlardır.”

Yusuf suresi 22. ayette Hz. Yusuf'a ilim ve hikmet verilme sebebi olarak daha önce muhsin olması gösterilmiştir: “Ve en şiddetli çağına ulaştığı zaman ona hüküm ve ilim verdik. Muhsinlerin karşılığını işte böyle veririz.” Genç Yusuf muhsin olmasa hüküm ve ilim ona verilir miydi? Ayette çok önemli bir sebep-sonuç ilişkisi kurulmuştur. Zira hiçbir başarı tesadüfî olmadığı gibi hiçbir nebi, doğuştan sınavı geçmiş ve kurtulmuş değildir. Neden Hz. Yakub’un diğer oğulları veya Yusuf’un küçük kardeşi değil de Yûsuf’un bu görevi üstlendiğinin cevabı da buradadır.

2. ayetteki nefse gem vuran hakîm kitap bizce Rabbimizin indirdiği tüm emir ve yasaklar, yani ilkeler bütünüdür. El-Esmâül Hüsnâ'dır. Muhsin insan, bu ilkeler bütünüyle buluştuğu zaman artık yaptığı güzelliklerin bir istikameti olmaktadır. 

Bunlar, sadece fıtri olduğu ve oksitosin gibi sosyalleşme hormonunu salgıladığı için kişiyi anksiyeteden uzaklaştırmasının yanında ona ulvi hedefler vermektedir. Artık kişi sadece kendi mutluluğu için iyilik yapan biri değil, kendini büyük bir bütünün parçası gibi hissetmeye başlayarak ihsanda bulunmaktadır.

4- O kimseler ki salatı ikame ederler ve zekâtı verirler. Ve onlar ahirete ikna olmuşlardır. 


Salat lügatta destek manasına gelir. Namazın zikir, hamd ile tespih, kıyam, rükû, secde ve dua gibi sıfatlarının yanında salat sıfatı da vardır. Salat, buradaki gibi özellikle cemaat hâlinde ikame edilen bir ibadettir. İnsanlar bir araya gelip sosyalleştikçe ünsiyet kurma, aidiyet kurma ve duygudaşlık yetileri gelişir. Allah Resulü zamanındaki gibi ikame edilen namaz, cemaat hâlinde, insanların omuz omuza verip birbirlerini maddi/manevi destekledikleri bir organizasyon idi. Bu durum, kimin zekâta muhtaç olduğu, kimin zekât ile mükellef olduğunun anlaşılması açısından da pek kıymetlidir. Bu nedenle ikame edilen salât ile zekât çoğunlukla Kurân'da yan yana zikredilmiştir. Namaz ile zekâtın yan yana gelmesindeki bir hikmette cemaat olabilmenin verdiği mali güçtür.

Yakîn, îkândan gelir. İman kalbin yönelişi, îkân kalbin yöneldiği şeyden mutmain olmasıdır. İman özü itibari ile ikna olup güvenmek kökünden gelir. Yakîn, uzakta görünenin biraz daha yaklaşıp hatlarının belirmeye başlamasıdır. Ahireti yakın bilmek, onun varlığına ikna olmaktır.

3. ayet ve 4. ayet tek bir cümle gibi okunmalıdır. Burada tevhit ehli (elif) olanların meziyetleri şöyle bir sıra ile sayılır: İlk basamak ve en temel olan, muhsin olmaktır. Bu temel yoksa iman binası yükselemez ve Müslüman cemaati oluşamaz. İkinci basamak, muhsinlerin hidayet denen istikamet verilmiş yola girmeleri, bu yolun onları salâtı ikame etmeye yönlendirmesi ve arkasından zekâtı verme mertebesiyle felaha ulaştırmasıdır.

5- İşte onlar, Rabblerinden hidayet üzeredirler. Ve işte onlar ki, felâha erenlerdir.


"Lokman ve Bakara surelerinin ilk 5 ayeti arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Her iki sure de “elif-lâm-mîm” hurufumukattaları ile başlar; dolayısıyla her iki sure de muhtemelen birbirine yakın inmiştir.

"Müflih", gayesine ulaşmış olan kimsedir (Rûm: 38, Arâf: 8-157). “Felaha erme” ifadesiyle öncelikle dünyada felaha erme anlaşılmaktadır.

6-Ve insanların bir kısmı, ilimleri olmadan Allah'ın yolundan saptırmak için boş sözlere müşteri olurlar ve onunla alay ederler. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.


Lehvü'l-hadîs, "ferdin kendisini yakından ilgilendirmeyen ve ehemmiyetli olmayan işlerle meşgul olması" manasına gelir. Bu ayette terkip hâlinde kullanılan "lehv" kelimesi, bazı ayetlerde dünya hayatını "oyun ve eğlenceye çevirme" manasındaki “laib” kelimesiyle birlikte müşrik kafanın zihniyetini anlatmak amacıyla kullanılmıştır. 


Dünya eğlence yeri değil, sınav alanıdır. Sınavı makaraya alan geçer not alamaz. Sınavı ve çalışmayı daha eğlenceli hâle getirmek başkadır, dünyasını tamamen zevk ve eğlence üzerinden kurgulamak başkadır. Burada boş ve anlamsız zevklere müşteri olup onlara para harcamaktan bahsedilir. Allah'ın yolu olan paylaşma, ahlâk, maneviyat ve sadakatten kulu uzaklaştıran eğlence sektörü, geçmişte ve günümüzde sürekli müşteri bulmaktadır. Oysa Niyazi Mısri'nin dediği gibi, "Hakk'ı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur." 


Zina, içki, kumar ve israfı eğlence zanneden tevhit ehli değildir. Hayatı eğlence üzerine kurgulamanın en kötü yanı, Allah'ın ilkeler ve erdemler yolu ile de alay etmektir. Ayetteki "huzuv" alay etmek, maskaralığa almak, istihzada bulunmak demektir. 


Rabbimizin “es-sâdık” diye bir esması vardır. Sözü, işi, vaadi mutlak doğru olan demektir. Bu değeri savunup sözünde duran veya eşine, işine, ahdine sadık olan biri ile eğlenme ve kaçamak adı altında zinaya çağıran, işine gelmediğinde ahdini bozan biri, tabiî ki sadakat ile alay edecek ve o üst değerleri savunanları aşağılayacaktır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır, zira ceza misli kadardır.


7-Ve ona ayetlerimiz tilavet edildiğinde, kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük kuruntusuyla dinlemeden döner gider. Artık onu elim bir azapla müjdele!


Ayetteki “velle” fiili sırtını dönmek, yüz çevirmek; “vekrâ” kelimesi de ağırlık manasına gelir. Bu şekilde dünyayı oyun-eğlence yeri zannedenlere ayetler sıkıcı gelir. Aradıkları adrenalini iyilikte, merhamette, paylaşımda ve sabırda bulamazlar.

Haz duygusunun temel hormonu olan dopamin, genellikle anlık zevkler, maddi ödüller ve nefsi okşayan deneyimlerle ilişkilidir. Tüketip harcadığınızda, insanların sizin etrafınızda dönüp hizmet ve ikramda bulunduklarında, sizi övüp kibrinizi yükselttiklerinde kısa süreli ve yoğun bir zevk hissi oluşturan bu hormondur. 

Dopamin, bağımlılık yapan davranışlarda da önemli bir rol oynar. Sigara gibi kişiye ve çevresine zararı kesinleşmiş kötü bir alışkanlıktan kurtulamamanın altında da bu haz bağımlılığı yatar. Strese girildiğinde veya üzüntü durumunda bir emzik gibi sigara aramanın sebebi o kısa zevke ulaşıp rahatlamaktır. Sosyal medyadaki kısa videoları izlemek de bunun başka bir örneğidir. Ancak dopamin bağımlılığı uzun vadede hem zihni hem de bedeni yıpratır ve kişiyi mutsuz ve huzursuz kılar.

Serotonin; uzun süreli iyi hissetme, ruh hâli dengesi ve genel memnuniyetle ilişkilidir. İnsanların hâlleri ile hâllenme, güvenme ve onlara yardım edip elindekini paylaşma, bencil hazlar değil toplumun ıslahı için salih bir amel ortaya koyma hem oksitosin hem de serotonin seviyesinin yeterli seviyeye çıkmasını sağlar. Bu sayede kişide depresyon ve anksiyete riskini azaltır.

Haz, genellikle kısa vadeli ve anlık tatminlere odaklanırken, mutluluk daha uzun vadeli, derin ve anlamlı deneyimlerle ilişkilidir. Kurân, müminlerin acele olandan haz almasını değil, ahirete uzanan uzun soluklu bir mutluluk ve huzur hâlini tesis etmek ister.

Ayetin sonundaki elem verici azap sadece fiziki bir azap değil, aynı zamanda manevi bir acı, pişmanlık ve üzüntü hâlini ifade etmektedir. Elim azabın müjde olabilmesi, kişinin kendini değiştirmesi ile orantılıdır. Elim azap ile terbiye, kibre şifa olduğu için müjdedir. Başa gelen olumsuzluklardaki ibreti alana, celaldeki ikramı görene celal bile müjdedir. “Hoşunuza gitmese de savaş (elim azap) üzerinize yazıldı (müjde). Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde sizin için hayır, yine olur ki hoşunuza giden bir şeyde de sizin için şer vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216) 

Aynı zamanda “Elim azap ile müjdeleme” ifadesi, kibirle ayetleri dinlemeden çekip gidenlerden ziyade alaycıların aşağılayıp zulmettiği mazlumlara bir müjdedir. Bu müjde, adaletin er geç tecelli edileceği vaadidir.

Mütekebbir olan, ayetleri hafife alıp itiraz ederken buradaki müstekbir kişi duymazlıktan gelmiştir. Bu da içerdeki o büyüklenmenin henüz dışarıya yansımadığının başka bir delilidir.

8- Muhakkak ki inanan ve salih amel yapanlar için naim cennetleri vardır.

Islah" kelimesinden türemiş olan "sâlihât," düzeltmek anlamına gelir. "Sâlihâtı işlemek" ise bozuk veya kırık olanı düzeltip tamir etmek, ara buluculuk yapıp sulhu sağlamak ve mağduriyetlerin telafisi için çabalamaktır. Kısacası salih amel; kişinin, toplumun ve canlıların faydasına olan amelleri ortaya koymasının ana başlığıdır.

Alûsî, ayette geçen "cennâtü’n naim" terkibinin "naim’ül cennat" ifadesinden daha kapsamlı olduğunu belirtir. Zira "naimül cennat" ifadesi, cennetlerdeki nimetlerin verileceğini anlamına gelirken, "cennatün naim" ifadesi, sadece nimetlerin değil, cennetlerin bir nimet gibi müminlere verileceği anlamına gelir, der. Aslında boş şeylere müşteri olup haz peşinde koşanlar değil, mutluluk için bedel ödeyenler cenneti satın alır.

7 ve 8. ayetlere bakıldığında azap tekil zikredilmişken cennet çoğul olarak gelmiştir. Buda Rahmân’ın rahmetinin azabını geçtiğini gösterir.


9-Orada hâlleri değişmez. Ve Allah’ın vaadi haktır. Ve O; Azîz’dir, Hakîm’dir.


Azîz ve Hakîm üst değerleri olan iki esma, muhatabın vahye kulak vermesi ile ulaşacağı izzetli hükümlere delalet eder. Ayetteki “hâlidîne fi-hâ” kalıbı, cennetliklerin hâllerini değiştirmedikçe cennetin sahibi olacakları uyarısını yapmaktadır. Bu, Rabbimizin bir sünneti; yani şartları yerine getiren herkesi kapsayan bir vaattir.


10- Gökleri, görebileceğiniz direk olmadan yarattı ve sizi sarssın diye ağırlıkları kavuşturdu. Orada her çeşit canlıyı yaydı. Ve gökten su indirdik ki,  böylece orada her kerim nebatın eşini bitirdik.


“Teravnehâ/gördüğünüz" kelimesindeki zamir, “semâvat/gökler" kelimesine gider. Yani, göklerin direkleri vardır; ancak siz göremezsiniz. Bu nedenle "gördüğünüz" ifadesi, dokunduğunuz maddi direkler olmadan manasında seçilmiştir. Bu ayeti Rad suresinin 2. ayeti şöyle açıklar: “Gördüğünüz direklerin dışında, semâları yükselten o Allah’tır.”

Semâvât; gökler, üste olanlar anlamına gelir. Çoğul olan bu kelime, atmosfer, güneş sistemleri ve galaksilerin kendi yörüngelerinde seyrettikleri uzayı da kapsar. Amed kelimesinin aslı, “kendisine dayanılan şey” demektir. “Amedtul hâit”, “duvara dayandım.” Amud, “çadırın dayandığı tahta” direk demektir. Türkçedeki “amuda kalkmak” da bu kökten gelmiştir. Umdeh’in çoğulu umud şeklinde gelir. Gerek maddi gerekse başka yönlerden güvenilen, dayanılan her şey demektir. Sütun, direk manasında Kurân’da Hümeze 9’da kullanılmıştır.

Atmosferin aşama aşama yükseltilmesi (rafea es semavâti), gazlara yüklenen yasa ve kütle çekim kuvvetinin (yerçekimi) dengelenmesi sonucudur. Dünyamızın görünmeyen yerçekimi olmasa atmosferimiz uzaya dağılırdı. "Gördüğünüz" (terevne-hâ) direklerden, sütunlardan başka görülmeyen güçlere dikkat çekilmesi, mucizevî bir kullanımdır. Zira atmosferin uzay boşluğuna dağılmasını engelleyip tutan bu görülmeyen kütle çekim gücüdür. Bu güç, dünyamızın dönmesiyle oluşan savrulma gücü ile muazzam bir denge hâlindedir.

Revâsiye; ağır basan, oturaklı, sabit kara parçaları (levhalar) demektir. Bu kelime, “re-se-ve” kökündendir ve bir şeyin sabit olması anlamına gelir. Cebel anlamındaki dağlardan daha büyük levhalar kastedilir. Bu levhalar, yer altında lav denizi üzerinde yüzer ve kırıldığı bölgelerde lav nehirleri oluşur. Yeryüzünün uzatılması, yayılması ve yüzey alanının genişletilmesi ile alâkalıdır. Bu topoğrafik yapı, revâsi denilen dev levhaların kırılıp plakaların birbirleriyle çarpışmasından oluşur. Yerüstü yükseltileri ve çukurlukları ile yüzey alanı genişlemektedir. Bu genişleme, iklim değişikliğine, toprak zenginliğine sebep olduğu için ürünlerden (zıt-eş) ikişerli çiftler oluşturmaktadır. Ayetteki sarsılma, 'temîde' ile ifade edilmiştir. Eğer meallerdeki gibi bu kelime olumsuz olsaydı, yani 'sarsılmayasınız' ya da 'sarsmasın diye' olsaydı, ne dağlar ne de farklı coğrafi yüzeyler, ne de canlılıktaki bu kadar çeşitlilik oluşacaktı.

Semalar, yani atmosferin tabakaları, görünmeyen direkler olan çekim kuvvetleri ile tutulmuştur ve akabinde yağmurlarla bir su dengesi yaratılmıştır. Bu da canlılığın başlamasına ve çeşitlenmesine vesile olmuştur. Bu örneğin verilmesinin sebebi ise bir sonraki ayette ifade edilecektir.

11- Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Öyleyse O'nun berisindekilerin ne yarattığını bana gösterin! Bilakis, zalimler apaçık bir dalalet içindedirler.


Müşriklerin inancına göre gök, mavi bir tavan; onu aracı ilahlar/putlar tutmaktadır. Zira gördükleri zahiri bir direk yoktur. Kurân, burada şirk koşulanların ortaya ne koyduğunun ve neyi yarattığının sorgulanmasını ister. Görüldüğü gibi, tabiatın birtakım güçleri ve melekeleri zamanla putlaştırılıp Allah’ın berisine yerleştirilmiştir. Bu kast sistemi, başıboşluğa, zulümlere ve dalâlete sebep olduğundan Kurân; göğü, onu yaratanın inşa ettiğinden ve yaşamı destekleyecek bir yapıda olduğunu defaten zikretmiştir. “Muhakkak ki sizin Rabbiniz Allah, semâları ve arzı altı günde yaratandır. Sonra arşa istivâ etti.” (Arâf: 54; ayrıca göklerin çalışma prensipleri ile alâkalı bkz. Zâriyât: 47)


12- Ve doğrusu Lokman’a hikmet verdik ki, Allah’a şükretsin. Ve kim şükrederse, sadece kendisi için şükreder. Ve kim küfrederse muhakkak ki Allah; Gani’dir, Hamîd’dir.


Kurân’da Hz. Lokman’ın kimliği hakkında bilgi verilmemekte, sadece “hikmet verilmiş”  bir zat olarak tanıtılmaktadır. Her ne kadar ayette resul veya nebi sıfatları yoksa da “Ona hikmeti verdik.” ifadesi Kurân’da resullere verilen kitabın sıfatı olarak zikredilir. Sad 20’de Hz. Davut’a hikmet verildiğinden bahsedilir. Nisa 113’te Hz. Muhammed’e de hikmetin indirildiğinden bahsedilir. 

Hz. Lokman’a hikmet bir süreç ve deneyimler sonucu verilmişte olabilir. Bu nedenle “…biz verdik.” şeklinde çoğul bir kullanım yapılmıştır. Hz. Lokman deneyimlerle edindiği hikmeti bir sonraki nesle aktaracaktır. Zira hikmet bir hazinedir. Bu nedenle evladımıza bırakacağımız en değerli miras hikmettir. 


Hikmet; yaratanın rızası doğrultunda mahlûkatı tanımaktır. İşi yerli yerince yapıp sözü olması gereken bir biçimde ve miktarda söylemektir. Hikmetli işin zıddı abesle iştigaldir. Hikmetli sözün zıddı sefeh denen boş ve anlamsız sözdür. Hikmetli düşüncenin zıddı maddi/manevi hiçbir faydası olmayan insanın zararına olan malayani düşünce ve duygulardır.

 

Hz. Lokman’a hikmetin verilmesi onun şükrüne vesiledir. Şükür, verilenlerin kıymetini bilip onu hikmetle üretmektir. Şükür kelimenin kökü hayvanın yediği besini, verdiği süt ve semizliği ile belli etmesi şükürdür (Lisanü’l-Arab). Hikmet nimetin bilinmesi, şükür ise nimetin israf edilmeden üretilip açığa vurulmasıdır.


Kim Allah’a şükrederse bunun faydasını ve hayrını en başta kendisi görür. Aslında şükür hâlinde olan biri elindekinin farkındadır, yoku değil varı gördüğü için kanaatkâr ve mutludur. Elinde olmayanın peşinde koşup hayatını heba etmez. 


Şükür; çağımızın en büyük duygusal vebaları depresyon, kaygı ve anksiyete bozukluklarına şifadır. Çünkü “geçmişten mutlu olma” ve “gelecekten umut duyma” gibi insani duygular arasında önemli bir köprüdür. Sadece ruhsal ya da duygusal konularla ilgilenenler değil, birçok uzman mutluluğun anahtarının “şükür” olduğunu söylemektedir. Yapılan pozitif psikoloji araştırmalarında şükran duygusunun mutluluk potansiyeline çok güçlü bir etkisi olduğu ortaya çıkarılmıştır. Saha araştırmaları da bunu kanıtlamıştır. California Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, tüm katılımcılardan belirli konulara odaklanarak birkaç cümle yazmaları istenir. Bir grup minnettar oldukları konuları, diğer grup rahatsız oldukları konuları, üçüncü grup ise olumlu ve olumsuz, onları etkileyen tüm olayları yazacaktır. 10 hafta süren bu çalışma sonunda, şükür duydukları konuları yazan grup daha iyimserdi ve hayatları hakkında daha olumlu hissetmeye başlamıştır. Şaşırtıcı şekilde, kendilerine daha fazla zaman ayırmaya, gün içinde fiziksel olarak daha aktif olmaya ve hatta diğerlerine oranla çok daha az doktora gitme ihtiyacı duydukları sonucu tespit edilmiştir.

Bizi sınırlayan evhamlar yerine huzuru istiyorsak, egomuzun biraz yoldan çekilmesi ve minnettarlık duygusunun deneyimlenmesi gerekmektedir. Eski zamanlardan beri filozoflar ve bilgeler, minnettarlığın geliştirilmesinin derin mutluluk ve refah seviyesini deneyimlemenin anahtarı olduğunu anlatmaktadır. Hz. Lokman’ın oğluyla yani gelecek olan nesille bunları aktarması bizlere de örneklik teşkil etmelidir. Bizler de her gün Rabbimizin lütuflarını görme, hatta onları bir yerlere not etme alışkanlığı edinmeliyiz. Şükür günlüğü tutarak o gün başımıza gelen üç olumlu olayı yazabiliriz. Bunu günün istediğimiz saatinde yapabiliriz. Zihnimizi meşgul eden meselelerin, stres yaratan ve bizi üzen konular yerine olumlu bakmamızı sağlayan minnettarlık duyguları olduğunda, şükrün hayatımıza olumlu olayları daha da çok nasıl çektiğine inanmakta zorlanırız. Bu nedenle dualarımıza hamd ve şükürle başlamak Kurân'i bir dua adabıdır.


Unutmayalım ki, hangi konuya odaklanırsak, hayatımızda onu çoğaltırız. Bu, günümüzde çoğu zaman istismar edilen, şuursuz iyimserlik sarhoşluğu veya Polyannacılık değildir. Bunlarda başa gelmesi imkânsız hedeflerin olacağına dair kişinin kendini kandırması varken, hikmetin sağladığı şükür hâlinde, hâlihazırda olan durumun ve nimetin farkındalığı söz konusudur. Kökleri kadim bilgiler olan ve aslında vahye dayanan, fakat modern yaşamın insanlığa unutturduğu gerçek ve kalıcı mutluluk için en sağlam zemin, hikmetin oluşturduğu şükür hâlidir.


Allah’ın verdiği nimetleri örtmek ve nankörlük etmek olan küfür, ayette şükrün zıddı olarak ifade edilmiştir. Kimse küfrü ile Allah’ın kudretine zerre kadar zarar veremez. Zira O Gani'dir ve Hamid’dir, yani kimsenin ne övgüsüne muhtaçtır ne de nankörlüğünden -insanlar gibi- duygusal olarak olumsuz etkilenir. El-Hamid oluşu, insanın Allah’a şükür ve hamd etmediğinde başına gelecekleri anlatmak açısından son derece önemli bir esmadır. El-Hamid, tüm övgülerin tek mercii ve övgüleri boşa çıkarmayan demektir. İnsan Allah’a hamd etmezse mutlaka başkalarını veya başka şeyleri aşırı yüceltip övmeye başlar. Kimi parayı, kimi gücü, kariyeri, haz ve eğlenceyi, kimi de kendini aşırı övdükçe şirke düşer.


13- Ve Lokman, oğluna vaaz ederek şöyle demişti: "Ey oğulcuğum, Allah’a şirk koşma! Muhakkak ki şirk, azim bir zulümdür."


Vaaz; insanlara, kalplerini yumuşatacak, sevap veya ceza türünden hatırlatmalar yapmak, korkuyla karışık nasihat etmek anlamına gelir. Sözcük hakkında el-Halîl şöyle der: "Vaaz, insanın kalbini yumuşatacak hayırlı işleri hatırlamak demektir." (Müfredat)

Hz. Lokman, öncelikle yavrusuna merhamet ve şefkatle yaklaşarak onun ihtiyacı olanları öğütlemektedir. Bu üslubu, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’e hitabında, Hz. Nuh’un oğluna hitabında, Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’a hitabında da görmekteyiz.

Hz. Lokman, en yakınlarından başlayarak verilen hikmeti paylaşmaktadır. Âlemlerin Rabbi, bazen kullarına anne-babası eliyle seslenir. Hz. Lokman, oğluna nasihat ederken ona ilk olarak Allah’a şirk koşmamayı gerekçesi ile ifade etmiştir. Evlada verilen mesaj açıktır; şirk koşmak, insanı zalim eder. Peki, Gani ve Hamîd olana kimse zulmedemez ise, şirk dediğimiz ortak koşma nasıl azim bir zulme dönüşür?

Bu bağlama göre şirk, Allah dışındakileri aşırı övmek demektir. Şirk, övgünün istikametinin şaşması, değerli olanların değersizleştirilmesi ve önemsiz zannedilmesidir. 12. ayette el-Hamîd esmasının, özellikle zikredilmesinin sebebi de budur.

İnsan, Allah’ı över gibi başka şeyleri, güçleri övdüğünde şirke düşüp üç kez zulmeder. İlki, övdüğünü olması gereken yerden ettiği için zulmeder. İkincisi, övdüğü karşısında düştüğü aşağılık durum için kendine zulmeder; üçüncüsü, çevresine ve mahlûkata verdiği zararla zulmeder. Şirk, bu kadar çok boyutlu ve büyük bir zulüm olduğu için azim sıfatı ile zikredilmiştir.

Allah’ın emirleri, hem bireyleri hem toplumu hem de canlılığı korur. Bu emirlere isyan eden, hakka girer; hesap vermeyeceği düşüncesiyle zulmeder. Haramlar arasında bir cana kıymak, kumar, hırsızlık, zina ve ahlâksızlık, yalan ve aldatma, gıybet ve iftira gibi eylemler, hepsi ya kişinin kendine ya da başkasına yaptığı zulümlerdir. Allah’ın sıfatları olan esmaya ortak koşmak, onun zıddı olan aşağılık ve adi sıfatlara tevessül etmektir. Bu yüzden, şirk azim bir zulümdür.

Rahman ve Rahim’e şirk koşmak, merhametsizliği huy edinmektir. El-Berr olana şirk koşmak, kötü biri olmaktır. El-Hayır ve es-Sâdık olana şerik koşan, anne babasına, çevresine ve topluma hayırsız ve sözüne sadık olmayan yalancılardır. El-Kahhar ve el-Cebbar olan Allah’a şirk koşan, insanları kahruperişan edip onlara zorbalık yapan zalimlerdir. Her esma bir sapmaya cevap olduğu için Kuran’da 99 farklı şirk türü zikredilir.

14- Ve biz insana, anne ve babasıyla vasiyet ettik. Annesi onu zafiyet üstüne zafiyetle taşıdı. Ve onun sütten kesilmesi iki yıldır. Bana, anne ve babana şükret! Dönüş, banadır.


Ahkaf 15'teki anne yavrusunu kerhen/istemeyerek taşımışken, buradaki anne yavrusunu vehmen/zafiyet ve zorlukla taşımıştır. 

Hz. Lokman gibi ebeveynler vesilesiyle insana tevhit, hikmet ve maruf ulaşmaktadır. Bu ayetin başı ve 16. ayet, Hz. Lokman ile evladı arasında geçen diyalogları anlattığı için, iki yıl süt emen ve annesinin zorluklar içinde dünyaya getirdiği bu kişinin Hz. Lokman’ın oğlu olma ihtimali yüksek görülmektedir. Zira konu, onlar üzerinden devam etmektedir. Zaten ayette insanların tamamı veya geneli değil de "el insan" denen belirli birinden bahsedilir. Herkes annesinden iki yıl anne sütü ememez.

Vehn, zayıflık demektir. "Kemiklerin zayıflaması" manasında kullanılmıştır. Hz. Zekeriya, kendi yaşlılık ve zafiyetinin ilerleyişini bu kelime ile ifade etmiştir. Ve bir evladının nasıl olabileceğini Meryem suresi 4'te önce istemiş, sonra 8. ayette "Rabbim, benim nasıl bir oğlum olabilir?" diyerek bu isteğini sorgulamıştır.

O zaman, Hz. Lokman’ın hikmetli oluşunda yaşının ileri olması ve hanımının da gençlik yıllarında değil ilerleyen bir yaşta zafiyet üzere evlatlarını dünyaya getirdiği sonucuna ulaşabiliriz. Zaten bir sonraki ayette "Anne babana sahip çık!" şeklinde bir emrin gelmesi, onların yaşlarının ileri olduğu izlenimini vermektedir. İsrâ 23'te "Eğer ikisinden birisi veya her ikisi senin yanında kocarsa, onlara 'üff' bile deme! Onlara ihsanla davran!" şeklindeki emirlerle bu ayetler birlikte okunmalıdır.

Fisâl kelimesinden maksat, çocuğun sütten kesilmesi, süt emmeyi terk etmesidir. Bu ifade, üst sınırın 2 yıl olması gerektiğini anlatır. Burada bir ideali, Kurân 14 asır önce ortaya koymaktadır. Sağlıklı her çocuk iki yıl anne sütü almalıdır. İlk 6 aylık sürede bebeğin tek besini anne sütü iken, ilerleyen süreçte ek gıdalarla kademeli olarak çocuğun sütten kesilmesi 2 yılda tamamlanmalıdır. Bu, Kurân’i bir tavsiyedir.

Kişinin önce Allah’a, sonra dünyaya gelmesine ve belirli bir seviyeye ulaşmasına vesile olan anne-babaya müteşekkir olması, Rabbimizin emridir. Tabii buradaki anne-baba, evladını zorluklara rağmen yetiştiren, büyüten ve ona hikmeti ve şükrü öğreten bir mertebededir. Evladına teşekkürü öğretmek, Kurân’i önemli bir tavsiyedir. Şükrü öğrenen evlat, nankör olmaz; teşekkür eden anne-babanın çocukları ile küfreden anne-babanın çocukları bu nedenle bir olmaz. Şükürsüzler, evlatlarına sadece şikâyeti ve açgözlülüğü öğretir. Dolayısıyla çocuklarımız bir nevi beyaz bir kâğıt gibidir; ona ne yazarsak ileride onu okuyacağız.

Ayette babadan ziyade annenin fedakârlığına özel bir vurgu yapıldığı görülmekte ve dolaylı olarak onun daha çok ilgi ve sevgi beklediğine işaret edilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber de "Ya Resulullah! Kime ihsan ile muamele etmeliyim?" şeklindeki bir soruya "Annene…" diye cevap vermiş; sonra bu soru ancak birkaç kez tekrarlanınca sıra babaya gelmiştir. (Tirmizî, Müsned) İhsan ile davranma, müşrik anne-babaya bile maruf üzerinden bir ilişki kurmayı gerektirir. Ancak onlara kayıtsız şartsız itaat manasına gelmez.

15- Ve bilgin olmayan bir şeyle şirk koşman için seninle mücadele ettiklerinde ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara maruf üzere sahip çık! Bana yönelenlerin yoluna tâbi ol. Sonra dönüşünüz banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.

14. ayette, Hz. Lokman gibi ebeveynler üzerinden bir sonraki nesle tevhidi miras bırakanların yanı sıra, şirk mirasını yüklemeye çalışan anne-babaların da olabileceği belirtilmektedir. 

İnsan, ailesinden her zaman tevhidi, hakkı ve adaleti öğrenmez. Bu ayetten de anlatıldığı gibi gaspı, yalanı, ahlâksızlığı, kötülüğü, zulmü; yani bunların genel adı olan şirki de öğrenebilir. Ayet, “bilgin olmayan bir şey” diyerek, bunları yapanların hakikat konusunda boş bir sayfa gibi olduklarına işaret eder ve anne-baba veya çevrenin baskısıyla yapmak zorunda bırakılan herkese net bir emir barındırır. O emir, insanın en yakını da olsa şirk denilen azim zulümden uzak durulması ve bunu güzel gösterenlere ve dayatanlara itaat edilmemesidir. İtaat etmemek itibarsızlaştırmak demek değildir. Onlarla maruf üzerinden bir iletişim kurulmalıdır.

Bu, mücadele gerektiren zor bir süreç olacaktır. Zira anne-baba, kendileri gibi bir evlat yetiştirmeyi ister; kendi gibi inanan, kendi gibi düşünen ve hisseden... Kendine karşı çıkıp isyan edeni, evladı da olsa dışlayabilir. Bu soğukluk, evladın ilerleyen yaşlarda ona sahip çıkmamasına, evlatlık görevlerini yerine getirmemesine sebep olabilir. Anne-babası müşrik olduğu için evlat onlara sahip çıkmayabilir. Ayette, bu gibi çıkmazlarda maruf üzere bir sahiplenme emredilir.

Maruf, binlerce yıl içinde gerek deneyimsel bilgilerle gerek ilahi bilgilerin marifetiyle toplumlarda kabul görmüş, herkes tarafından makul ve makbul kabul edilen evrensel değerlerdir. Münker ise bunun tam tersidir (Arâf: 157). Maruf üzere kurulan ilişki, anne-babanın evladını belirli bir yaşa getirip ona verdikleri emekle doğru orantılıdır. Buradan anlaşılan, biyolojik anne-babadan ziyade o çocuğun yetişmesinde vesile olan, onu koruyup kollayan herkesin maruf ile muameleyi hak edeceğidir.

Tevhid ehli olan ve Allah’ın ayetlerini bir sonraki nesle aktaran anne-babaya karşı 14. ayette müteşekkir olunması emredilirken, burada azim zulmü aşılamaya çalışanlara itaat etmeyip sadece örfi bir iletişim kurmanın; onlardan gelecek zararlardan korunma ve sakınma yönünden önemine değinilmiştir. Şimdi de neden yapılan iyiliğe ve emeğe nankörlük etmememiz gerektiğine dair yine Hz. Lokman ve oğlu üzerinden gerekçeleri okuyacağız.

16- Ey oğul! Muhakkak ki o, bir hardal tanesi kadar dahi olup bir kaya içinde veya göklerde veya yerde bile olsa Allah onu getirir. Muhakkak ki Allah; Latîf’tir, Habîr’dir.


Burada hardal tanesi üzerinden hikmetli bir misal verilip temsili bir anlatım yapılmıştır. Hardal tanesine benzetilen ve gösterişten uzak, riya bulaşmamış olan iyilikler ya da kötülükler bu tohumla temsil edilmiştir. Ne kadar kuytu köşede de olsa, bir gün mutlaka filiz verecek veya hesabı sorulacaktır. Zira 15. ayet, “O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim” şeklinde sonlanmıştır. Yabancı bir hardal tanesi kadar bile olsa, kimsenin görmediği ve duymadığı bir yerde ve şekilde de yapılsa, ondan Latif ve Habir olan haberdardır. Hz. Lokman, önce şirk denen o zulümden oğlunu sakındırmış, ardından Allah’a olan güven ve imanı bu örnek üzerinden dile getirerek salih bir amelin hiçbir zaman heba olmayacağını ve kötülüklerin yapana kâr kalmayacağını öğretmiştir. Yapılan iyiliği kimse görmese ve bilmese bile, çok eski bir zamanda bizim dahi unuttuğumuz küçücük bir hayr ve iyilik de olsa Allah onu bulur, karşımıza çıkarır. Bu dünyada olmasa, ahirette mutlaka getirir. Bu durum günah ve suçlar içinde geçerlidir. Kurân'da da, "Kim zerre miktarı hayır işlerse onu görür ve kim zerre kadar şer işlerse onu görür." (Zilzal: 7-8) denildiği gibi, başkalarının takdirinden bağımsız olarak, Allah’ın her iyiliği kaydettiği, kınayan ve ayıplayanların dışında hiçbir kötülükten habersiz olmadığı unutulmamalıdır. 


Allah Latîf’tir; çünkü O’nun ilmi tüm gizli şeylere ulaşır (Mülk: 14, Enâm: 103). Allah Habîr’dir; her şeyin özünü bilir ve onlardan haber verir. Verdiği haberler müjde veya uyarıda olsa nezaketle lütfedilmiştir (Âdiyât: 11, Neml: 88, Mülk: 14, İsrâ: 17-30-96, Hûd: 1-111, Enâm: 18-73-103).


Burada Hz. Lokman’ın binlerce yıl önceden bizlere öğrettiği -yapılan iyiliklerin küçük veya büyük olup olmadığı ile ilgilenmeden- sadece birilerinin görüp "Aferin!" demeleri amacıyla yapmadan ihlasla ilmek ilmek dokumanın kıymetidir. İşlenen günahlarında cürmüne aldanıp gaflet göstermemektir. Peki, bizler, "Aferin, ne hayırlı evlat" övgüsü için veya "Ne hayırsız evlat!" demelerinden korktuğumuz için değil, sadece Allah rızasını gözetme seviyesine nasıl ulaşabiliriz?

Bu soruya yönelik bir cevap vermek gerekirse ihlasla iyilik yapmak için niyetimizi sürekli gözden geçirmek, Allah’a olan bağlılığımızı arttırmak ve amellerimizi O'nun rızasını kazanacak şekilde yapmaya özen göstermek önemlidir. Belki de bu konuda kendimize şöyle sorular sormalıyız: Gerçekten yaptığım iyiliklerin arkasında sadece Allah rızası mı var, yoksa başkalarının takdirini veya kınamasını da gözetiyor muyum? İçsel bir hesaplaşma, özeleştiri niyetimizi netleştirebilir ve bizi daha samimi bir şekilde iyilik yapmaya ve kötülüklerden sakınmaya yönlendirebilir. Bunun bir yolu da salatı ikame etmektir.


17- Ey oğul, salatı ikame et! Marufla emret ve münkerden nehyet! Ve sana isabet eden şeye sabret! Muhakkak ki bunlar, azmedilmesi gereken emirlerdendir.


Salatı ikame etmek, Rabbimizin bize emrettiği iyiliği ve hayrı zikredip hatırlamak iken, münkerden uzak durma konusunda kişinin 5 vakit kendisine yaptığı uyarı ve telkinler bütünüdür. Salatı ikame etmek, kişinin kendisini maneviyat alanında yetiştirmesidir. Hakkı verilerek ikame edilen namaz, kişinin bireysel yürüyüşünü kemale erdirmesi açısından değerlidir. Bu namazın "salat" yani destek sıfatıdır. Salatın ikamesi, insanı pasiflikten aktif olmaya itip kıyama kaldırmalıdır. Kıyam eden, marufu emreder ve münkerden nehyeder. Münker, sağlam aklın çirkin, hayırsız ve kötü gördüğü, aklıselime hoş gelmeyen her şeydir. İnkâr kelimesi de münkerle aynı köktendir; münker, selim aklın inkâr ettiğidir. Münkerin zıddı ise marûftur. Marûf’, sağlam aklın ve şeriatın güzel saydığı, evrensel ve fıtri değerlerdir. 

Maruf kelimesi, “arafe” fiilinden türemiştir ve “marifet” kavramıyla yakından ilgilidir. Arafe; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, eserini düşünerek idrak edip anlamaktır. Bu durumda marûf; herkes tarafından doğruluğu görülen, güzel görünen, güzelliği anlaşılıp kabul edilmiş fiil, söz ve davranışlardır. Maruf diye bilinen güzel davranışlar ve fiiller, insanlar arasında uzun süre yaşayarak örf hâline gelirler. Temiz fıtratla düşünen akıl sahipleri, iyi ve güzel davranışları tanırlar ve onları yaşatırlar. Maruf ile emretmek, marufu tavsiye etmek demek değildir. Bu yüzden maruf; âdet, gelenek ve göreneklerden daha kesin ve bağlayıcı olmalıdır.

Münker kelimesi, “nekr” kökünden türemiş bir kavramdır. Nekr sözlükte tanımamak, tanınmazlığa itmek demektir. Bunun da aslı; aklın ve tasavvurun dışlayıp tanımadığı, fıtratın ve vicdanın kabul etmediği, maruf olanın tam zıddı olan kötülüklerin, çirkinliklerin, zulüm ve haksızlıkların tamamıdır. Münkerde, bir şeyin kötü olup olmadığı, iyi veya güzel olup olmadığı konusunda tartışmanın, şüphenin azlığı söz konusudur. Emr-i bi’l-ma'rûf, nehy-i ani’l-münker, Kurân'ın temel düsturlarındandır (Arâf: 157).

Marufu önce kişi kendine emretmelidir. Münker olandan da, insanın başta kendini/nefsini nehyetmelidir. Ardından ailesinden başlayarak sevdiklerini ve toplumu engellemeye çalışması, birçok musibetin isabet etmesine sebep olabilir. Bu nedenle, mükâfatı yüksek bu vazifenin kararlılık içinde, sabırla uygulanması şarttır. Marufu emrederken ve münker ile mücadele ederken gevşeklik gösterip sabırsızca netice beklemek doğru değildir. Bu, uzun soluklu bir mücadele gerektirir.

Hz. Lokman, ideal olanı anlattıktan sonra, şimdi de uzak durulması gereken hâlleri tarif edecektir. Zira her şey, zıddı ile anlaşılır.

18- Ve insanlara yan bakma ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Muhakkak ki Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez.


Tusa’iir kelimesi, Kurân'da sadece bu ayette geçer. Boyundaki eğriliktir (Ragıp). Ayetteki “hadde-ke” kelimesinin kökü “h-d-d”dir. Bu kelime, Kurân'da sadece iki yerde gelir; ilki Buruç suresindeki "hendekler", diğeri bu ayettir. Bunun aslı da, insanın iki yanağından alınmıştır. Bunlar, burnun sağ ve sol tarafındaki yanaklardır (Ragıp). Yani insanlara, halka yanağını çevirerek bakmak demektir. Türkçemizde bu hâlin deyimsel karşılığı ise "yan bakmak"tır. Yan bakmak; düşmanca duygularla ya da pek beğenmeyerek, küçümseyerek bakmak anlamına geldiği gibi, kötü niyet beslemek anlamında da gelir.

Merah kelimesi, “aşırı sevinme ve şımarıklık” hâlidir ki bu hâl, akli değil, hissi bir gurura ve böbürlenmeye sebep olur. Kelime Kurân'da üç yerde geçer ve üç yerde de olumsuzdur. Fiil kalıbında (temrahûn) sadece Mümin 75’te geçmektedir.

Muhtâl kelimesinin kökü “h-y-l”dir ve Kurân'da dokuz yerde geçer. Daha çok gösterişli, çalım satarak yürüyen atlar manasında kullanılmıştır. Müfredat’ta ise, insanın kendinde bir üstünlük olduğunu hayal ederek büyüklük taslaması şeklinde anlatılır. Kendini beğenmiş ve tepeden bakan, kendine olağanüstü fazilet vehmeden anlamına gelen "ihtiyal"den türetilmiştir.

Fahur ise “f-h-r” kökündendir. İsm-i mübalâğadır ve “çok böbürlenen/kendini çok öven” anlamındadır. Kısaca muhtâl, kendisini beğenmiş; "fehûr" ise başkalarına kendini öven kimsedir.

Burada insanlara tepeden bakan, onlardan kendisini üstün ve değerli gören kibirli, küstah ve şımarık bir tipten Hz. Lokman bahseder. Amaç, hangi durumda olursa olsun, oğlunun bu şekilde davranmamasını sağlamaktır. Zira bu bakış, tevhidi saf sistem değil, şirkin getirdiği kast sistemini oluşturulmasına yardımcı olur.


19- Ve yürüyüşünde mutedil ol ve sesini alçalt! Muhakkak ki seslerin en çirkini, elbette merkebin sesidir.

Ve'ksıd fiili, yavaş yürümekle hızlı yürümek arasında mutedil (orta) yürüyüş manasını ifade eden kasd mastarından gelir. Bu ayette yürüme ve konuşma arasında bir ilgi kurulmaktadır. Merkepten örnek verilmesindeki kasıt da bu olabilir. Burada anlatılan tip, bir mecliste veya ortamda konuşan değil yürürken sağa sola laf atıp bağıran ve çağıran müşrik tiptir. Bu ham tipler, diğerlerinin rahatsız olup olmayacağına dair bir kaygı taşımayan kaba saba cahil tiplerdir. Hz. Lokman, oğluna burada toplumsal hayatın olmazsa olmazı olan kamusal alanlarda nasıl davranması gerektiğini öğretmektedir. Kurân, bu kıymetli nasihatleri ölümsüzleştirip günümüze taşıyarak bunların keyfi tercihler değil, “nehyianilmünkerden” olduğunu ifade etmektedir. Kurân, bu öğretilerle bireylerin ahlâki değerlerini geliştirmeyi, sağlıklı bir toplumsal yaşamın temellerini atmayı amaçlar. Her bir nasihat, insanın hayat kalitesini artırmak, hak ve hukukun gözetilmesini sağlamak ve toplumsal huzuru temin etmek için birer kılavuz niteliğindedir.

İnsan, yürüyüşünde orta yolu takip etmelidir. Ne çok hızlı ne de çok yavaş, tabii bir seyirle yürümelidir. Zira telaşlı bir hâlde hızlı bir yürüyüş, insanın vakarını ortadan kaldırır; hasta olmadığı hâlde hasta bir insan gibi iki büklüm yürümek veya zillet ifade eden bir yürüyüş ise tevazu değildir. Mümine aylak aylak gezinip vakit öldürmek yaraşmaz. Müslümanın yürüyüşü bile bir amaç ve vakar içerir. Bu kural trafikte de geçerlidir. Araçların, ilerleyişi ne trafiği engelleyecek kadar yavaş ne de kaza yapacak kadar hızlı olmalıdır. Müslüman hayatın koşuşturması yüzünden hayatı ıskalamamalıdır. Düşünmek için yavaşlamak gerekir. Farkındalığını kaybetmeden etrafını temaşa etmelidir. Zamanın hızla ellerimizden akıp gittiği şehir hayatının koşuşturmasına kapılıp düşünmeyi ve tefekkürü ihmal etmemelidir.

Düşünmek ve bunu ifade edebilmek, insanoğlunu diğer tüm canlılardan ayıran en önemli sıfatlarındandır. İnsanı hayvanlardan ayıran aklıdır; aklın dışa vurma hâli ise konuşmaktır. Konuşma, iletişimi ve etkileşimi sağlayan en keskin yetidir. İnsanoğlu duygu ve düşüncelerini, istek ve beklentilerini konuşarak ifade ederken, konuşma adabıyla sesin tınısından ve mimiklerden de istifade eder. Kullanılan dil ve üslup, aklın nasıl çalıştığını gösterirken, kurulan iletişimin kalitesini de etkiler.

İletişimde asıl amaç muhatabın kişinin fikirlerini anlaması ve kabul etmesidir. Bütün gayret daha net bir şekilde anlaşılmaktır. Kişi bu isteğinde, kendini yeterince anlatamıyorsa veya anlaşılamadığını düşünüyorsa, ilk olarak ses tonunu bir tık yükselterek kendini anlatmaya çalışır. Bir turiste yanı başında olmasına rağmen sesini yükselterek dil bilmeyen birinin yol tarif etmesi buna tipik bir örnektir. Çoğu zaman duyulmadığımız veya yeterince iyi anlaşılamadığımız düşüncesiyle ses tonumuzu bir refleks olarak yükseltiriz. Bu durumda da anlaşılmak uğruna, anlaşmazlık gerçekleşir. Ses tonunu çok yükseltenlerin karşıya verdikleri tek mesaj “Senin ve düşüncelerinin bir değerin yok, ben tahakküm kurup seni sindirmek istiyorum.” mesajıdır.

Bir bilge, öğrencileriyle gezerken birbirlerine öfkeyle bağıran bir aile görür ve talebelerine sorar: “İnsanlar neden birbirlerine öfkeyle bağırır?” Öğrencilerinden biri, “Sakinliğimizi kaybettiğimiz için.” der. Bunun üzerine bilge “O kişiye söyleyeceklerimizi alçak bir sesle aktarabilecek iken neden yüksek sesle anlatma ihtiyacı duyarız?” diye sorusunu yineler. Öğrenciler cevap veremez. Bilge şöyle açıklar: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan bu kalp mesafesini kapatabilmek için o kadar çok bağırırlar.” Müslüman, konuşurken sesin gücüne değil, sözün gücüne güvenendir.

Demek ki bağırarak konuşan insanlar, ya özgüven problemlerini enaniyet göstergesi olarak bu yolla tatmin eder ya da bağırdığına kalben uzak bir mesafeye sahip olduklarından dolayı sesini yükseltir. Müslüman miting meydanlarında birilerini ikna etmeye onları tahakküm altına alıp gütmeye talip olanlar gibi düşüncesini bağıra çağıra ifade etme ihtiyacı duymaz.

Hâsılı, Mevlânâ’nın dediği gibi: “Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz. Eskici bağırır, antikacı bağırmaz. Söyleyecek sözü, fikri değerli olan bağırmaz. Bağıran düşünemez, düşünmeyen sadece kavga eder.”

Hz. Lokman, babanın başta oğluna olmak üzere tüm müminlere nasihatlerini Kurân-ı Kerim aktararak ölümsüzleştirmiştir. Zira Allah Resulü’nün de buyurduğu gibi “Din nasihattir.” Nasihat, hayatı sadeleştirip arı duru hâle getirmekken, şirk fazlalıkları yüklenmektir.

Kurân’ın her emrini yerine getirmek ile mükellef olan Müslümanlar maalesef bu önemli ve değerli farzları günümüzde bir kenara bırakmış hâldedir. Firavun’a bile yumuşak bir ses tonuyla giden Hz. Musa örnekliğine rağmen insanlara tepeden bakmayı, onları hafife alıp bağırıp çağırmayı, iğneleyici sözlerle mahcup etmeyi marifet sanan bir zamana doğru eviriliyoruz.   

Lüks kıyafet ve araçlarla böbürlenerek ve çalım satarak geçip gidenler var. Salatı ikame etmek bir yana, namazı bile kılmayan; marufu emretmek bir yana dursun, marufun ve münkerin ne olduğunu dahi bilmeyenler var. Kendilerine isabet eden musibetlerde şikâyet ve isyanı alışkanlık haline getiren; birbirine sosyal medyada yorum yazarken bile büyük puntolarla bağıran çağıran; öz saygısı ve duygudaşlığı son derece zayıf bir güruhu Allah neden sevsin, neden mağfiret etsin ve neden yardımını ulaştırsın ki? Muhakkak ki Allah, kendini beğenip övünen, mütevazı olmayan, sürekli şikâyet edip bağırıp çağıran hiç kimseyi sevmez.


20-  Göklerdekileri ve yerdekileri Allah’ın size musahhar kıldığını görmediniz mi? Ve sizin üzerinizdeki nimetlerini zahir ve batın olarak bol bol verdi. Ve insanlardan bir kısmı, ilimleri, yol gösteren ve aydınlatan bir kitapları olmaksızın Allah hakkında mücadele ederler.


Musahhar olarak ifade edilen “teshîr”, boyun eğdirmek, hizmetine vermek manalarına gelir. İnsana bahşedilen akıl nimeti sayesinde mahlûkata boyun büktürmüştür. Beşer eşyanın melekûtuna bu ihsanla secde ettirtmiştir.

Ayette geçen “esbeğa” kelimesinin kökü “s-b-ğ”dir ve Kurân'da sadece 2 yerde geçer. Diğer geçtiği ayet, Hz. Davut’un Sebe 11’de anlatılan bol ve her yeri kaplayan zırh manasındadır. Bu kelimenin aslı “bir şeyi eksiksiz ve tam yapmak” anlamından gelmektedir. Allah, zâhir/görünen ve bâtın/görünmeyen nimetleri ile kullarını hem çepeçevre kuşatmış hem de onları koruyup kollamıştır. Göklerdeki koruması, ölüm denizi olan uzaydan bir zırh gibi yaşamı koruyan katmanlı atmosferimiz iken, yerdeki koruması bize verilen akıl nimeti sayesinde hayatta kalıp neslimizi devam ettirebilmemizdir. Nimeti görmek, onu var edenin ve bizlere musahhar kılanın farkında olabilmek, şükür hâline ulaşmak için ilk şarttır. Bu minnet hâli, önceki ayetlerde anlatılan olumsuz tavırları sergilememizi engeller. 

Bir kişi ile münazara veya tartışmaya girmek için ilk şart, konuya ilişkin bir birikim ve ilmin olmasıdır. Ayet, bilgiden yoksun bir kişi ile tartışmanın abes olduğunu da öğretir. Ayette önce zâhir ve bâtını anlayacak potansiyel, ardından gözlem ve tecrübe ile edinilen "ilim", sonra "hüdâ" denilen doğru yolu bulduran "kitâbin münîr" sıfatı ile aydınlanma süreci özetlenmiştir. Karanlığa küfreden, aydınlatıcı kitaptan mahrum olur. Kitabın aydınlığıyla geleceğe bakmak yerine körlüğü seçen, hidayet ve ilimden mahrum kalır.

21- Ve onlara "Allah’ın indirdiğine tâbi olun!" denildiğinde "Bilakis, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz." dediler. Ya şeytan onları çılgın bir ateşin azabına çağırıyorsa?


Şeytani duygu ve düşünceler hayra ve iyiliğe değil menfaatlere hizmet eder. Atalar inancı üzerinden kurgulanan rant sistemi ve dinden para kazanma anlayışı kolay kolay feda edilecek bir pay değildir. Müşrik kafa menfaatine uygunsa tarihi kutsar, işine gelmeyenleri ise unutma eğilimindedir.


En kolay ve zahmetsiz olan, hiçbir emek verip araştırma ve sorgulama yapmadan atalar inancına körü körüne tâbi olmaktır. Bu kolaycılık cahillerin de işine gelir. Zira orada hem kalabalıkların verdiği maddi-manevi güç hem de kendisi yerine birilerinin zamanında düşündüğü zannı vardır.


Çoğunluğa uyma deneylerinde, katılımcıların tek olarak ve kalabalıklar içinde verdiği cevapların birbirinden farklı olduğu tespit edilmiştir. Soruların cevaplarının yanlış olduğunu bilmelerine rağmen bazen deneklerin çoğunluğun verdiği cevaba uydukları tespit edilmiştir. Soruların cevaplarının bariz hatalı olduğunu bilmelerine rağmen kalabalıkların içinde sivrilip göze batma endişesi ve ötekileştirilme korkusu yüzünden bilerek uydurma cevapları seçtikleri tespit edilmiştir.


Hz. Peygamber'in çağrısına uyup onu hızla içselleştirenler şirk sisteminin kaymağını yiyen meleler değil, şirkin mağdur ettiği gençler olmuştur. Bu genç insanların sayısı arttıkça Kurân’i öğretileri, kendi geleneklerine aykırı ve türedi fikirler sayan anne-babalar bu gençlere baskı yapmaya başlamıştır. Lokman suresindeki anne-baba üzerinden yapılan anlatımın bir sebebi de bu yaşananlardır.


22-Ve kim yüzünü sadece Allah’a muhsin olarak teslim ederse artık sağlam bir kulpa tutunmuştur. Ve emirlerin akıbeti sadece Allah’adır.


Burada nefs veya zat kelimeleri değil de “vech” yüz kelimesi neden seçilmiş olabilir? Vech/yüz, insanı diğer insanlardan ayıran kimliği manasındadır. İnsanın kendini tanımladığı üst kimliği, muhsin bir şekilde Allah’ın huzuruna çıkabilmesidir. Ayette geçen muhsin, sürekli ihsan eden, güzellikleri ahlâk hâline getiren demektir. Muhsin olmak; niyetlerin, yönelimlerin ve karakterin temelini teşkil eder. Hayatının amacı güzel ve hayırlı bir insan olarak belirleyen bir kişi artık sağlam bir kulpa tutunmuş olur.

Urve kelimesi "a-ra-ya" fiilinden türemiştir. Manası "kenarların (uçların) kendisiyle birbirine bağlandığı şey" veya "devenin kendisine bağlandığı ağaç" anlamlarına geldiği gibi "kova ve bardak" gibi şeylerin kulpu, elbisenin ipliği, sık ve kışın yaprağı dökülmeyen ağaç, kıymetli mal, güvenilen gibi manalara da gelir.

Vuska ise “kuvvetli, dayanıklı, sağlam oldu" anlamına gelen "ve-su-ka” fiilinden türemiş ve "mevsık (ahd)" kelimesinin manasına çok yakın olup "çok sağlam, muhkem, güvenilir" demektir (Rağıp).

Ayette geçen urvetu’l-vuska tabiri, Bakara 256. ayette de Kurân’ın bir sıfatı olarak zikredilmiştir. Bu tabir, “iman”, “İslam”, “kelime-i tevhit” gibi farklı şekillerde yorumlanmıştır (Kurtubî).

Buradaki "urvetul-vuska (sağlam kulp)" ifadesi, vahiyle öğretilen “üstün değerler ve erdemler” olabilir. Muhsin olup kimsenin kötülüğünü düşünmeyen, iyi niyetle ve güzel tercihlerle hayatını yaşayıp emanet olarak aldığı canı, yüz akıyla sahibine teslim etme bilinci en sağlam dayanak değil midir? Sağlam kulp, kişinin zorluklarla dolu dünya imtihanından yüz akıyla çıkmasının garantisidir. Sağlam kulp veya halat, kişiyi cehennem çukurundan kurtaran kelamullahtır. Zıddı, hak ve hakikatin üstünü örtme olan küfürdür.

23- Ve kim küfrederse onun küfrü seni mahzun etmesin! Onların dönüşü bizedir. Böylece yaptıklarını onlara haber vereceğiz. Muhakkak ki Allah, sadırların özünü bilendir.


Zât; öz, cevher demektir. Sudûr ise sadr'ın çoğuludur. Sadr, her şeyin ön ve baş tarafıdır. Sadrazam, baş vezirdir. İnsanın bazen kendinden bile sakladığı, bilinçaltına ittiği korkuları, olumsuz duyguları ve düşünceleri olabilir. Ayetteki “bizâti’s-sudûr” ifadesi birilerinin bir şeyleri sakladığını haber vermektedir.

Mekkeli müşrik kâfirlerin küfrü malumdur. Yıllardır yapmadıklarını bırakmamışlardır. Allah Resulü'nü bu denli üzen safı belli olanlar değil, hicret öncesi saf değiştirenler olabilir. Zira yapılanların haber verilecek olması ve sinelerin özünde saklananlar, dünyalık meta için irtidad edenlerin varlığını göstermektedir. Allah Resulü’nü yalnız bırakma girişimlerinin temel sebebi ise bir sonraki ayette şöyle ifade edilmiştir:

24- Onları biraz metalandırırız. Sonra onları çetin bir azaba zorlarız. 


“Onları biraz metalandırırız.” ifadesi, maneviyat ve ahiretle kıyaslandığında edindikleri maddi çıkarların azlığı ve değersizliğidir.

Galîz, ifadesi aslında cisimleri niteleyerek onların sert ve katı olduğunu bildirir. Yani maddi/somut olan, elle tutulan, gözle görüleni maneviyata tercih edene, o madde çetin bir azaba dönüşür.

Sürecin akıbetini anlatan ''sümme/sonra maddi bir azaba zorlanmaları'', edindikleri metanın onları zafere değil hezimete sürükleyeceğidir. Mekke'de kalıp hicreti dünyalıklar uğruna göze alamayanlar, ne Müslüman olabilmiş ne de ilerleyen süreçte müşriklere yaranabilmiştir. Maddi azap, sağlam kulp olan erdemleri değil de materyalist olmalarının acı faturasıdır.


25- Ve eğer onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorarsan, mutlaka "Allah!" derler. De ki "Hamd Allah’a aittir." Bilakis, onların çoğu bilmezler.


Bu mürtetler, göklerin ve yerin tek sahibinin Allah olduğunu ikrar eder; ancak emanete mülkiyet gözüyle bakarak imanlarına uygun tercihler yapmazlar. Zira hamdlerini/övgülerini, Allah’ın üst değerleri olan esmaya değil, çıkarlarına hizmet edenlere tahsis etmişlerdir. “Gökleri ve yeri şüphesiz Allah yarattı.” veya “Elhamdülillah Müslümanız!” demek, insanı ne muhsin kılar ne de cehennemden kurtarır. Neye hamd ettiğimiz, neyi gözümüzde yücelttiğimiz imanımızın kalitesini belirler. Hamdi Allah’a tahsis etmeyene muvahhit denmez. Bu mürtetlerin, belki de Allah Resulü'nü ve müminleri kandırmak için böyle bir cümle kurdukları ve akabinde bu sözün hakkını veremedikleri için Allah Resulü'nün 23. ayette anlatılan hüznünü açıklayabilir. Allah var deyip yokmuş gibi yaşayanların durumu daha önceki ayetlerde de işlenmiştir. (Yûnus: 31, Zümer: 38, Zuhrûf: 87, Ankebût: 61-63). Onların çoğunun, aslında neyi övüp ona hamd ettiklerini, Resul'ün bildiğini bilmezler. Onların çoğu, Resul'ü üzenin kendileri olduğunu dahi bilmezler.


26- Göklerde ve yerde olanlar, Allah’ındır. Muhakkak ki O; Ğani’dir, Hamid’dir.


Diğer birçok Mekkî surede gördüğümüz, “kevnî ayetleri ön plana çıkararak muhatapların zihninde tek bir ilah tasavvuru oluşturma” metodunu Lokman suresinde de görmekteyiz. Surenin bütününü incelediğimizde, kevni delillerin sunulduğu ayetlerin azımsanmayacak bir sayıda olduklarını görüyoruz. Bu durum, tevhit-şirk bağlamında “mim” (yaratılış ve başlangıç) hurufu mukattasının gereğidir.

Göklerde ve yerde bulunan her şeyin maliki olan Allah, hiç kulun övgüsünden veya küfürden etkilenir mi? Bu sorunun cevabı, Allah’ın Ğani ve Hamid olduğunun hatırlatılması ile verilmiştir. Lokman suresinin genelinde bir bütünlük vardır: 

Allah Resulü'nü yalnız bırakmak için mürtet olup küfretmelerinden doğacak zararın sadece kendilerini etkileyeceği hatırlatılmıştır. Allah Ğani’dir; yani kimseye muhtaç değildir. Kimsenin hamdine ihtiyaç duymaz. Küfreden de O’na bir noksanlık izafe edemez. Dolayısıyla Allah, kâfirin küfründen zarar görmez. Ancak küfrü alışkanlık hâline getirenlerin kendi kişiliklerine verdikleri zararı onlar belki bir ömür çekecektir. ''Ve kim şükrederse sadece kendisi için şükreder. Ve kim küfrederse muhakkak ki Allah Ğani’dir, Hamid’dir.'' (Lokman: 12)

Ayet, el-Malik, el-Gani ve el-Hamid esmalarının tecellileri üzerinden bir hikmet ortaya koymaktadır. Mülkü emanet gören, metaı övüp dünyalıklar peşinde ömrünü israf etmez ve muhannete muhtaç olmaz.

27- Ve eğer yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa ve denizlere de yedi deniz daha eklenseydi bile Allah’ın kelimeleri tükenmezdi. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.


Ayetin sonundaki iki esma Allah’ın kelimelerinin izzetli ve üstün hükümler olduğunu ifade etmektedir. Konu kelimelerin çokluğu veya azlığından ziyade bir de o kelimelerin aziz ve hakîm olup olmadığıdır. Allah’ın kelimelerinin bâtıl ve faydasız değil, izzetli ve üstün hükümler olduğu bu iki esma ile pekiştirilmiştir.  


Ayetin başında geçen velev ifadesi Allah’ın ilminin sınırını tespit etmek için değil, sınırının olmadığını varsayımlar üzerinden anlatmak içindir. Zaten “yedi deniz” çokluktan kinaye olarak sonsuzluğu anlatmaktadır. Yine ayette geçen şeceratin kelimesinin müfret, eklâm kelimesinin de çoğul gelmesi, her bir ağacın tek tek parçalanarak kalemler elde edilmesini ifade eder.


Ayetteki kelimetullah ile alâkalı Râzî, peygamberlerine indirmiş olduğu vahiy veya Allah’ın “kün” emrinin sonucu yarattığı her şeydir, demiştir. İbn Kesir buradaki maksadı, “Allah’ın bitmez, tükenmez ilmidir.” şeklinde izah etmiştir. Benzer bir ifade daha önce inen Kehf suresi 109’da geldiği için burada bir kez daha midad/mürekkep kelimesi tekrar edilmemiştir.


Ayetin indiği kritik dönemi ve iç bağlamı düşündüğümüzde Allah Resulü’nün “Onların küfrü seni mahzun etmesin.” ayetine konu olan sözler “Muhammedin sözleri bitti, artık size yol gösteremez.” şeklindeki küfürleri olabilir. Hicret arifesinde bu tarz spekülatif sözler insanların geleceğe ilişkin endişelerinin artması ve resulün yalnız bırakılmasını amaçlıyor olabilir. İşte böyle iddialara, bu tarz benzetmelerle Allah’ın kerim kitabının ve Allah’ın ilminin insan idrakinin üstünde olduğu beyan edilmiştir. 


Ayetin günümüze bakan yüzü ise tefsir ve tevil çalışmalarının nasıl bu kadar yekûn oluşturduğunu mucizevi olarak önceden haber vermesidir. Kesin olarak sayısını bilmediğimiz yüzlerce belki binlerce tefsir, ayet tevili, görüş, yorum bunun somut kanıtıdır. Bu ummandan herkes istidadı oranında, kendi kabı kadar,  istifade edip nasibdar olur. Meal ve tefsir çalışmaları bu nedenle her dönem yapılmaya devam etmelidir. Bu ilmin nihayeti yoktur. 


Allah’ın ilmini görmek isteyenlerin yüzünü yaratılışa çevirmesine dair ifade ise bir sonraki ayette şöyledir:


28- Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir nefsin yaratılması gibidir. Muhakkak ki Allah; Semi’dir, Basir’dir.


Önemli olan kelimelerin çok olması değildir; az ve öz olmasıdır. Allah kerim kitabıyla milyonlarca soruya ve soruna cevap verebilir. Allah’ın yaratması da kelimetullah gibidir. Nasıl ki tek bir kitapla binlerce tefsir oluşmuşsa tek nefisten sayısını bilmediğimiz canlılık çeşitliliği oluşmuştur.

Ayetin sonundaki es-Semi ve el-Basir esmaları, Allah’ın söylenen sözleri ve yapılan amelleri işitip gördüğünü ifade ederek ortaya atılan iddiaların cevapsız bırakılmayacağını beyan eder. (Ayrıca “nefs-i vâhide” için bkz. Arâf: 189)

29- Allah’ın geceyi gündüzün içine ve gündüzü gecenin içine soktuğunu görmedin mi? Güneş’i ve Ay’ı musahhar kıldı. Hepsi belirli bir ecele kadar akar. Muhakkak ki Allah, yaptığınız şeylerden haberdardır.


Müşrik Araplar, görünmeyen bir Allah tasavvuruna karşı, somut olarak onlara ısı ve ışık kaynağı olan güneş ve ay üzerinden bir inanç propagandası yapmış olabilir.


Cahiliye karanlığının içine, Allah’ın bitmek tükenmek bilmeyen kelamı bir güneş gibi doğmuştur. Allah gecenin içine gündüzü böyle yerleştirmiştir. İlerleyen süreçte İslam'ı terk edip cahiliyeye geri dönenlerin olması da gündüzün içine sokulan gece misalidir.


Misaller, insanların yaşamındaki değişim ve dönüşümün, zamanın akışıyla ne kadar iç içe olduğunu gösteriyor. Bu ifade, fiziksel bir durumdan metafizik bir duruma, Allah’ın her şeyi birbirine bağlayarak mükemmel bir düzen içinde yarattığını anlatarak hitabı derinleştirmektedir.

Sıratımüstakimde ilerleyenler, kaynaktan yani güneş gibi yollarını aydınlatandan -resul ve onun getirdiğinden- doğrudan istifade etmişken, geceyi yaşayanlar güneşin ışığını bazen dolaylı yollardan bulmaya çalışmışlardır. 

Nasıl ki bildiğimiz güneş ve ayın bir eceli vardır, bu imtihan dünyasının da bir sonu olacaktır. Allah’ın yaptıklarımızdan haberdar olması bu sürecin sonundaki hesap gününe bir atıf olabilir. (Allahualem)

Müşrik Arapların gece gündüz, güneş ve aya yükledikleri aşırı yorumları ve onları birer ilaha çevirmeleri karşısında, onların sadece Allah’ın belirlediği istikamette seyreden mahlûklar olduğu ifade edilmiştir.

30- İşte bu, Allah’ın hak olması sebebiyledir. Ve O’nun astında dua ettikleri şeyler bâtıldır. Muhakkak ki Allah; Ali’dir, Kebir’dir.


Allah’ın el-Batın olması üzerinden yapılan maddeci bakışa verilen ilk cevap eserden müessirin hak oluşunu anlama yönündedir.

Hak ve bâtıl kelimeleri birbirinin zıddıdır. Hak ışık, bâtıl karanlık gibidir. Hak; gerçekliği, netliği ve aydınlığı hatırlatırken bâtıl; belirsizlik, bilinmezlik ve karanlığı hatırlatır. Müşrikler aslı astarı olmayanlar uydurmalara hak muamelesi yapmaktadır. Bu nedenle Zerdüştlük’te karanlığa yüklenen Ehrimen ile aydınlığa yüklenen Ahura Mazda gibi inançların, Mekkeli müşriklerde de benzer tezahürleri oluşmuştur. Hangi inanç ve kültür olursa olsun müşrik kafa mekanizmasını bilmedikleri tabiat olaylarını Allah’ın astında/berisinde ilahlaştırma eğilimindedir.

A’liyyul sıfatı, Allah’ın her işinde sonsuz derecede yüce ve üstün olduğunu vurgular. Bu esma sürekli şirk bağlamında gelir. Aliyy esmasının tecelli ettiği kullar, Allah’ın yüceliği ve üstünlüğüne zeval gelecek hiçbir inancı ve yorumu kabul etmeyenlerdir.

Kebir, büyük; kebîra, büyük şey demektir. Ekber, daha büyük, en büyük demektir. Kibriyâ; büyüklük, yücelik, ululuktur ki yalnızca Allah’a isnad edilir; Allah’tan başka hiç kimseye bu sıfat verilemez. Zira Kimse kibriyanın hakkını veremez. Bu iddiada kalınca kişi sadece kibirli olur. Kibirli sadece kendini büyük görüp başkalarını küçümsemez, kibirli aynı zamanda Allah’ın emirlerini hatta kelimelerini de küçümser. El-Kebir esmasının tecelli ettiği kulda kibrin zerresi olmaz, kendini ve yerini bilir ve kimseye büyüklük taslamaz. Buradaki büyüklük maddi veya fiziki bir büyüklük ile alâkalı değildir. Zira Aliyy sıfatı ile yan yana ve aralarında “vav” olmadan gelmiştir. Bu kullanımlardan dolayı “Allah tek büyüktür.” veya “En büyüktür.” demenin bir farkı kalmaz. Zira ikisinde de Allah’a bir biçim ve ebat belirlemeden ululuk ve yücelik manasındaki büyüklük kastedilir. Bu nedenle “Aliyyu’l-Kebir” Allah’ın yüceliğindeki büyüklüğü ifade eder.

31- Ayetlerin bir kısmını size göstermek için gemilerin denizde Allah’ın nimetiyle seyrettiğini görmedin mi? Muhakkak ki bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için elbette ayetler vardır.


"Lokman suresi, önce atalar inancı ve onu savunan anne-babanın tutumu ile Hz. Lokman ve oğlu arasındaki iletişimi kıyas ederek başlar. Ardından Hz. Lokman’ın dilinden şirkin zulüm boyutuna değinir. Şirki hak görenlerin nasıl bir bâtılın içine düştüklerini kevni misaller ile gösterir. Ardından bu ayette şirkin oluşturduğu azim zulmü terk etmek için gemilerle hicret edenleri hatırlatmıştır. Bu ayetler indiğinde Habeşistan'a hicret gerçekleşmişti. Bu hicret ve akabinde yaşananlar Allah Resulü’nün malumundaydı. Allah Resulü Habeşistan’a hicret edenlere sonraki süreçte "Ey gemi ahalisi, sizin için iki hicret vardır." demiştir. (Buhârî, Menâkıbü'l-ensâr) Bu iki hicretin ilki Habeşistan’a, ikincisi Medine’ye, Peygamber’in yanına yapılan hicrettir.


"Hz. Peygamber'in hanımı Ümmü Seleme anlatıyor: "Resulullah (Mekke'de işkence gören) ashabına şöyle demiştir: 'Habeşistan, ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir kral vardır. Allah sizin için bu durumdan bir çıkış ve kurtuluş yolu gösterinceye kadar orada kalın.'" (Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, IX, 17, BS18232)

Hz. Ömer de, Habeşli muhacirlere sonraki süreçte "deniz yolcuları" demiştir. Bu nedenle Lokman suresi gibi Yesrib’e yapılacak hicretin hemen öncesinde inen surelerde Habeş hicretine atıflar yapılmıştır.

"Ayetlerin bir kısmını size gösterelim." ifadesi, hicretin amacıdır ve İsrâ suresinin ilk ayetinde de yer alır. Mekke şirk zulmünün altında inleyenler eğer orayı terk etmeselerdi, İslam'ın yükselişine, ayetler ile vaad edilen fethe ve zafere şahit olamayacaklardı. O nedenle ayetlerin bir kısmını görmeleri için sabır ve şükür azığına ihtiyaçları vardı. Hicret, hem sabredip hem de elde olanların kıymetini bilip şükran duygusu içinde olanlar için katlanılması daha kolay bir süreçtir.

32- Ve karanlık gölgeler gibi dalgalar onları sardığı zaman, dini O'na halis kılarak Allah’a dua ederler. Böylece onları karaya çıkarıp kurtardığımızda artık onların bir kısmı ara yol tutar. Çok hilekâr ve çok nankörlerden başkası ayetlerimizi ısrarla inkâr etmez.


Zulel kelimesi, gölge manasına gelen “zullet” kelimesinin çoğuludur. Burada hicret edenlerin içlerindeki belirsizlik ve alışık olmadıkları deniz yolculuğunun tedirginliği karanlık gölgelere benzetilmiştir.


Ara yolu tutmak şeklinde meal verdiğimiz ”muktesid kelimesi burada mutedil, ifrat ve tefrit denen aşırılıklara kaçmama anlamında olumlu bir manaya sahip değildir.


Bu kelime aynı olayın anlatıldığı ve Lokman suresinden sonra inen Ankebut suresinde şirk olarak karşılığını bulmuştur. “Gemiye bindikleri zaman, dini O’na halis kılarak Allah’a dua ederler. Fakat onları karaya çıkarıp kurtardığımız zaman, onlar hemen şirk koşarlar.” (Ankebut: 65) Aynı durum Yûnus 22-23’de de şöyle hatırlatılmıştır. “Gemiye fırtınalı bir rüzgâr geldi ve onları her taraftan dalgalar sardı. Onlar kuşatıldıklarını zannedip dini O’na mahsus kılarak Allah’ı çağırdılar. Eğer bizi bundan kurtarırsan, biz mutlaka şükredenlerden oluruz dediler. Fakat onları kurtarınca, onlar yeryüzünde haksızlıkla sınırı aştılar. 


Muktesid, orta yolu tutanlar demektir. Bu bağlamlarda muktesid, vasatta olduğu gibi imrenilen olumlu bir anlam değil, ortama ve şartlara göre pozisyon alanları anlatmaktadır. Bu kimseler Allah’ın fedakârlık gerektiren emirlerinde karşı gevşek davranıp işine gelirse günah işleyen kimselerdir. Eğer menfaati varsa en halis Müslüman, menfaati yoksa ve bolluğa ulaşmışsa hile yapıp insanları kandırmaktan hiç geri durmayan güvensiz bir tipi ve zihniyeti ifşa etmektedir. (Muktesid kelimesinin anlamı için ayrıca bkz. Fâtır: 32)


Zorluklarla hicret edenlerin bir kısmı Müslümanlığın vakarına yakışmayan hilelere, suçlara ve haramlara karışmış olabilir.


Hattâr kelimesi şiddetli hile yapan manasına gelen “h-t-r” kökünden gelir. İnsanı zayıf düşüren ve tüm çabasını boşa çıkaran bir kandırma çeşididir (Rağıb). Ayetin son kelimesi olan “kefûr” Allah'ın nimeti olan tevhide nankörlüktür. “Hattâr” kelimesi “sabbâr” kelimesinin, kefûr kelimesi de “şekûr” kelimesinin karşıtıdır. Hicret edenlerin bir kısmı çok sabredip çok şükretmek yerine aç gözlülükle güveni sarsıp ihanet etmiştir. 


33. Ey insanlar! Rabbinize karşı takvalı olun ve o günden haşyet duyun ki baba, oğluna karşılık veremez ve oğul da babasına bir şeyle karşılık veremez. Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sakın sizi aldatmasın! Aldatıcılar da sizi Allah ile aldatmasın!

Ayetin başındaki “Ey insanlar!” ifadesi, hangi inanç ve yaşantı üzere olursa olsun herkesi kapsayan bir ifadedir.

Burada Rabb esması seçilmiştir. Rabbe karşı takvalı olma, O'nun terbiye ve sahiplenmesini önemseme ve O'nun uyarılarına karşı sorumluluk bilinci ile yaklaşmayı gerektirir. 

Peki, ilahi terbiyede bize ne vaat edilir? Allah katında torpil yoktur. İlahi adalette kişi en yakınına bile sırtını dayayıp hak etmediğini umamaz ve talep edemez. Baba ve oğul üzerinden yapılan örnekleme, sureye ismini veren Hz. Lokman ve oğlu ile şekillenen konu akışına uygun devam ettirilmiştir.

Hz. Peygamber de bu ayeti hayatına şöyle tatbik etmiştir: “Ey kızım Fatıma! Babam peygamber diye güvenme! Rabbine karşı kulluk vazifeni yap! Eğer Allah'tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam." (Müslim, İman, 89)

Ayette geçen "Dünya hayatı sizi aldatmasın!" ifadesindeki "el-hayâtu ed-dunyâ," yakında/aşağıda olan meta ve bu geçici olanların oluşturduğu hazlardır. Dünya hayatının fani lezzetleri baki sanılırsa burada bile isteye bir aldanma oluşur.

"Ğarûr," lâfzen çok aldatıcı anlamına gelir. Ğarûr, esasen başkasının gafletinden istifade etmek manasına gelen "garre" fiilinden gelmektedir.

Gaflet alanları ve insanların çok kolay kandırıldıkları konulara birkaç örneği ise Lokman suresinin son ayeti verecektir.

Aldatıcılar insanları en kolay gaybi ve inançsal konularda aldatır. Allah’ı, inançları, ahireti, melek, cin ve şeytan kavramlarını -öyle ki tarih boyunca dünyanın her coğrafyasında en çok suiistimal edilen konulardır- kitleler hâlinde cahil dindarları aldatmada kullanmıştır.

Allah ile aldanmanın cazip yönü, bedelsiz ve emeksiz elde edileceği umulan sonsuz mükâfat iken, yine çok basit şeylerle sonsuz cezadan kurtulma vaadidir. Bu kolay ödüle ulaşıp tehlikeyi bertaraf etmek için menfaatçi insan, aklını hiç kullanmadan aldatıcının her tür saçma görüşüne ve taleplerine inanacak kıvama kendini sokar.

Ayette çok önemli bir detay yer alır: "Ğarûr denen aldatıcılar dinle, inançlarla, Allah’ın rahmet ve bağışlamasıyla, cennet veya cehennemle aldatmasın!" yerine, "Allah ile aldatmasın!" ifadesi seçilmiştir.

Peki, Allah ile aldatma ne demektir? Buradan anlaşılan, ğarûrun Allah’ı ile Allah Resulü'nün Allah’ı kesinlikle aynı değildir. Allah lafzını kullanarak insanları aldatanların Allah tasavvuru ile gerçek müminlerin Allah tasavvuru ve esma bilinci çok farklıdır.

Bir kişi Allah’ı tanıttığı iddiası üzerinden dünya hayatını hedefleyip maddi çıkar devşiriyorsa aslında Allah ile insanları aldatıp onların emeklerini gasp ediyor demektir. Dinin sırtından geçinen Mekkeli müşriklerin yaptıkları en büyük cürüm, insanları Allah ile aldatmaktı. Ayetin "Ey insanlar!" diye genel bir hitapla başlaması, bu tehlikenin her inanç ve kültürde karşılaşılan ciddi bir sorun olmasındandır.

34. Muhakkak ki o saatin ilmi, Allah’ın katındadır. Ve yağmuru O indirir ve rahimlerde olanı bilir. Kişi yarın ne kazanacağını idrak edemez. Ve kişi arzın neresinde öleceğini de idrak edemez. Muhakkak ki Allah, Alîm’dir, Habîr’dir.

1. Son saatin ne zaman gerçekleşeceğini Allah bilir. Aldatıcıların insanları kıyamet alametleri veya dünyanın sonu ve Armageddon hakkında anlatılanların gerçeği yansıtmadığı, bunun ilminin Allah’ın katında ve gayb olduğu haber verilmiştir. Son saat veya kıyametin kopması üzerinden yapılan her yorum, gaybı taşlamaktır.

2. "Yağmuru indirir." ifadesi, yağmur ve bereketi Allah’ın astında uydurulan ilah ve putların indirdiğine dair inancı düzeltir.

3. "Rahimlerde olanı bilir." ifadesi, kimin kız, kimin erkek doğuracağı anlamında değildir. Zira bu durumda "O belirler, takdir eder veya hibe eder." ifadesi olmalıdır. “Dilediğine kızlar ve dilediğine erkekler hibe eder.” (Şurâ: 49). Burada rahimlerde olanın Enâm suresinde anlatıldığı gibi ilahi ve ulvi işaretler olmadığı ve şirke alet edilmemesi gerektiği ve onların haramlığını/helalliğini/mahiyetini bilir ve bildirir manası vardır.

4. "Kişi yarın ne kazanacağını bilmez." değil, "…idrak edemez." ifadesi yer almıştır. Zira idrak bilgiden daha derin ve çok boyutlu bir anlayış mertebesidir. Yarının neleri tam olarak getirip götüreceğini kavrama şansı insana verilmemiştir. 

5. Kişi nerede öleceğini de idrak edemez. Öleceği zamanı ve mekânı kesin olarak kavrayan birinde ne yaşama isteği kalır ne de umut kalır. Bu ifadeler yine nüzul ortamındaki falcılara, kâhinlere inanan ve Allah ile aldananları da kapsayan örneklerdir. 

Bu mübarek ayet falcı, kâhin, astrolog ve müneccimlerin ortaya attığı yalanları deşifre etmektedir. Bu tipler insanların inançlarını, kutsal kabul ettikleri her tür değeri suistimal ederek aldatırlar. Bu aldatan sahtekârlar kadar onlara inanıp prim yapmalarını sağlayan cahil halk da sorumludur. Allah Alîm’dir ve bu bilgisini haber veren Habîr’dir.
Hakiki bir ilme dayanmayan haberlerin peşine düşmek kişiyi el-Alîm ve el-Habîr’in tecellisinden mahrum bırakıp aldatıcıların tuzağına düşmesine sebeptir.

Lokman suresinden anladıklarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu el-Alîm olan Allah bilir.



 
Eklenme Tarihi : 3/8/2025 11:36:30 PM
Okunma Sayısı : 269